Oğuz Adanır İle Röportaj
Kendisi sayesinde Baudrillard'ı, Baudrillard sayesinde de Oğuz Adanır Hocamızı tanıdık. Kitaplarını, çevirilerini, yazılarını okuduk, takip ettik. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesindeki odasında kendisiyle kültürden burjuvaya, demokrasi kültüründen çağdaş sanata kadar uzun bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisiyle röportaj yapma isteğimizi ilettiğimiz andan itibaren bizi kabul etme ve vakit ayırma nezaketinde bulunan Oğuz Adanır Hocamıza teşekkürü bir borç biliriz. Böyle kıymetli bir düşünce insanının, okuyanlarda yeni ufuklar açacağını biliyoruz. Daha fazla uzatmadan röportajın ilk kısmını yayınlıyoruz.
- Hocam öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür
ederim, ilk sorum şu olacak;sizin de "Sinema, Televizyon, Kültür" kitabınızda
bahsettiğiniz gibi kültürün birçok tanımı var, sizin perspektifinizden
kültürün tanımı nedir ?
- Kültürün
birçok tanımı olduğunu yine tekrarlamak gerekiyor yani sanat kültüründen mi
bahsediyoruz, yemek kültüründen mi bahsediyoruz, yaşama kültüründen mi
bahsediyoruz neyden bahsediyorsak ona göre değişir. Sinemada ayrıca bir kültür
sanat kültürünün içinde her sanatsal alan ayrı bir kültürel alan aynı
zamanda. Dolayısıyla spesifik bir konuysa bu, onunla ilgili konuşmamız gerekiyor
aksi takdirde ben kültürü tek başına bir kavram olarak ele almıyorum. Kültürü
zihniyetle birlikte değerlendiriyorum. Zihniyeti kültürün içeriği gibi, kültürü
de biçim olarak nitelendiriyorum. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz kavramlar, ikisi
bir paranın iki yüzü gibi. Birisi olmadan diğeri olmuyor. Dolayısıyla böyle
bir kültür, toplumsal kültür zihniyet kavramını içermeden var olamaz diye
düşünüyorum.
- Bununla bağlantılı soruyu devam ettirmek istiyorum, sizin yazılarınızdan
okuduğum kadarıyla şöyle bir durum var, "kültürel bir sistem olmayınca insan
kendi yerini belirleyemiyor yahut belirlemekte zorlanıyor". Bu 2007 yılında
kitabınızın önsözünde yazıyor. Acaba bugün ki durumda aynı şekilde kültürel
sistemin belirsizliği mevcut mu? Aynı zamanda bu, entelektüel üretimin rastlantısal, süreksiz ve bir ölçüde keyfi olmasını da getiriyor mu sonuç olarak
?
- Tabi
şimdi bu çok geniş kapsamlı bir soru. Böyle bir konuşma bağlamında bunu
yanıtlamak mümkün değil ama yanıtlamak gerekirse, bir toplumsal kültürel
sistemden bahsettiğinizde; bir toplum aynı eğitim süzgecinden geçerse yani
genel anlamda, birbirine benzer düşünce yapılarına sahip insanlardan oluşursa, hepsinin
boyun eğdiği belli bir ekonomik sistem politik sistem yani demokratik anlamda
bir sistem olursa o zaman bu insanların birbirleri arasında anlaşmaları da
görece kolay hale gelir. Dolayısıyla birbirlerine yakın bir zihniyet yada
düşünce yapısına sahip olurlar O zaman ortada bir sistemden söz edilebilir.
İnsanlar hepbirlikte aynı değerlere aynı normlara aynı kriterlere boyun
eğdikleri için birbirleriyle anlaşmaları kolay hale gelebilir. Sistem
dediğimiz zaman böyle bir olgudan bahsediyoruz. O zaman bu kültürel sistem
örneğin sinemaya uyarlayacak olursak insanların beğenisi düzeyinde bir etkiye
sahip olabilir. O da belli bir niteliği çağrıştırıyor yani belli bir eğitim
süzgecinden geçmiş insanlar belli nitelikte eserler ister ve o niteliğin
altındakileri kabul etmezler ama Türkiye’de sinemaya baktığımız zaman son derece
niteliksiz şeylerin, kitlelerin ilgisini çektiğini görüyoruz. Dolayısıyla
burada kültürel anlamda belli değerler sisteminin oluşmadığını, niteliğe yönelik
bir gelişme bulunmadığını söyleyebiliriz. Benim sözünü ettiğim kültürel sistem
diyebileceğimiz şey değerler, normlar, kriterler üzerinden oluşan bir şey.
- Sizin de bahsettiğiniz ortak değerlerde ve normlarda buluşamayan
insanların üretimde bulunduklarını görüyoruz.Bu insanların değil kültürel
sistemin sorunu galiba. Bu bağlamda bugün üretilen filmler, plastik sanatlar vb. kültürel ve insani bir yaklaşıma sahip mi? İnsani içeriğin özü tasfiye edilmiş
durumda mı bu eserlerde ?
- Bugün
her şeyden önce ortada bir sistem olup olmadığını tartışmak gerekiyor belki.
İnsani değerlerin bir sisteme bağlanması gerekiyor, bu sisteminde çağdaş
dünyayla bütünleşmesi gerekiyor. Yani modern ve çağdaş dünyada insani değerler
en üst düzeyde tutuluyor. O zaman biz bu dünyaya ait miyiz değil miyiz sorusunu
sorduğumuzda, ülkemizde, toplumda olan bitene bakarak bu konuda kişisel bir karara
varabiliriz. Az önce eğitimden söz ettik bu ortak değerler, normlarla ilgili
olarak. Türkiye’de bütün toplumu kapsayan aynı değerler ve aynı normlar aynı
kriterlere yönelik bir eğitim sistemi olmadığını görüyoruz. Çocuk okula ilk
başladığı günden itibaren lise yada üniversitenin son sınıfına kadar o ortak
değerler sistemi giderek daha nitelikli hale gelerek kişiyi toplumsal yaşama
gerçek yaşama hazırlaması gerekir. Ve gerçek yaşamda da bu değerlerin geçerli
gerçek olduğunu görmesi gerekir. Ama bunlar kağıt üzerinde kalıp boş sözlerden
ibaret hale gelirse, gündelik yaşama başka olumsuz değerler hakim oluyor. O
zaman da insanlar negatif bir yaşam örüntüsü oluşturuyor. Herkes iki yüzlü bir
davranış biçiminin hakim olduğu bir ortama doğru sürükleniyor. Dolayısıyla
böyle bir ortamın toplumsal anlamda çok sağlıklı olmadığını, birey kavramının
bir türlü gelişemediğini görüyoruz. Çünkü Türkiye gibi toplumlarda en küçük
toplumsal birim; birey değil aile. Aile demek bireyin bağımlılığı demek. Yani
birey özgür olamazsa kendi başına kendi ayakları üstünde duramazsa ailesine
bağımlı olursa, ama ailesi ile kendisi arasında zihinsel bir çelişki doğarsa o
zaman hayatta kalmak için ya ailesini kandırıp iki yüzlü davranacak ya da evden
ayrılıp kendi ayakları üzerinde durmaya çalışacak ki kendi kendisiyle barışık
bir iç dünyaya, psikolojik bir yapıya sahip olabilsin. İşte bunlar günümüzdeki
temel sorunlardan bazıları. Ülkemizde birey kavramının gelişmesi buna bağlı
olarak özgürlük kavramının gelişmesi demokratik değerlerin ve ilkelerin
yerleşik bir görünüm kazanması hep birbirleriyle ilişkili şeyler. Bunları
toplum olarak bir araya getirmeyi başardığımızda yani aileler belli bir
süreçten sonra bunu öngörüp çocuklarının kendi başlarına ayakta kalmasına
yardımcı ve destek olmak amacıyla onları
özgür bırakıp onları kendi ayaklarının üzerinde durmaya ittiğinde
birey kendi sorumluluğunu alıp kendi
başına hayatta bir şeyler başarmaya çalışacak. Kolay yolu seçmek aileye
yaslanmak olarak adlandırılabilir. Zor yol ise kendi başına bir şeyler başarmak. Bu böyle olmadığı takdirde genel anlamda yani bu Türkiye'de yok demek
istemiyorum var ama henüz büyük kitleyi kapsamıyor görece küçük bir kitle kendi
ayakları üstünde durmaya çalışıyor bunun peşinde koşuyor. Dolayısıyla bireyleşme, bireyleşmeye bağlı özgürlük kavramı bu özgürlük kavramının gerisinde durması
gereken demokratik yapılanma bir türlü toplumun geneline hakim olamıyor, nüfuz
edemiyor bu bağlamda daha alınacak çok yol olduğunu görüyoruz. Demokrasi bir
rejimden önce bir kültürdür. Demokratik bir Kültür varsa rejim gayet
kolaydır. Demokratik bir kültür yoksa orada demokratik bir rejimi zorla
yerleştirebilmeniz mümkün değil. Önce insanlar zihinsel anlamda karşılıklı
saygıya dayalı bir ortam oluşturmuş olmalılar ki demokrasi, tamamlayıcı yani
rejim anlamında demek istiyorum, bunu tamamlayıcı bir unsur olsun. Ama
insanların demokratik bir düşünce yapısına sahip olmadığını düşünelim. Siz bu
insanlara zorla demokrat olacaksınız dediğinizde nasıl olacaklar? Mümkün değil
olmaları yani yazılı kurallarla yasalarla insan demokrat olmaz. Çocukluğundan
itibaren bu demokratik değerleri ilkeleri benimsediyse demokrat olur. Yoksa
sonradan zorla demokrat olabilmek bana göre oldukça zor.
- Burada siz demokratik bir kültürden bahsediyorsunuz . Bunun kolektif
olması diğer kültür çeşitlerine de sirayet etmesi halinde sizinde yazılarınızda
bahsettiğiniz huzur ortamının oluşması -çünkü siz barış kelimesinin savaşı çağrıştıran olumsuz bir gösterge olduğundan dolayı onun yerine huzur kelimesini
kullanıyorsunuz yazılarınızda- ve bu kültürel yetkinlik bizim bahsettiğimiz
insani içeriği ve özü yakalayan nitelikli işlerin çıkmasına yardımcı olacak bir
husus galiba ?
Yani Toplumun büyük bir
kesiminin, yüzde altmışlar yetmişler diyelim, bu kesim demokratik değeri
benimserse o kültüre o düşünce yapısına paralel bir şekilde bu değerleri benimserse o toplumun demokrat
bir toplum olduğunu demokrasi kültürüne sahip bir toplum olduğunu, insanların
toplumsal anlamda birbirlerine karşı saygılı olmayı bildiklerini, herkesin
herkesin hakkına özgürlüğüne saygı duyduğuna ve insan haklarını kabul ettiğine
dair genel bir yapılanma oluşur. O zaman diğerleri, bunların dışında
kalanlarda çoğunluğun uyduğu kurallara ister istemez uymak zorunda
kalacaklardır. Yani yüzde altmışlık yetmişlik bir kitle gerçek anlamda
demokratik değerleri önemseyen bir kitle, geri kalanları da aynı kurallara
boyun eğmeye ister istemez itecektir zorlayacaktır .
- Biraz önce yanıtınızda kültürün kağıt üstünde kalmasından
bahsettiniz. Kağıt üzerinde kalan bir diğer konuda çok kültürlülük galiba. Yani
herkesin zikrettiği bir "çok kültürlülük" mefhumu. Siz bu çok kültürlülüğün
yanında "çok kültürsüzlük" olabileceğinden de bahsediyorsunuz yazılarınızda. Bu
konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Çok kültürlülük adı altında çok kültürsüzlük
süreci mi yaşıyoruz ?
- Kültürü
zihniyetten ayıramayız diyorum. Çok kültürlülük farklı zihniyetler anlamına
gelmiyor. Türkiye çok kültürlü olabilir, çünkü kültür biçimdir dedik. Ama herkes
aşağı yukarı aynı zihniyete sahip. Dolayısıyla aynı’nın değişik görünümleri
olarak nitelendirebiliriz bu kültürü. Bu bağlamda ele alırsak Türkiye’deki
farklı etnik gurupların kafa yapısı arasında bir değişiklik yok aslında. Yani
birisi horon teperken birisi efe türküsüyle dans ediyor öteki çayda çıra
oynuyor. Bunlar biçimsel tarafı işin. Ama bu insanları bir araya getirdiğinde
hepsinin düşünce yapılarının birbirinin neredeyse tıpatıp aynısı olduğunu
görüyoruz. Çünkü benzer düğünler,nişanlar oluyor benzer yemekler yeniyor benzer
davranışlar sergileniyor. Yani zihinsel açıdan bir birlik, kültürel açıdan da
çeşitlilik söz konusu. Dolayısıyla bu şekilde algıyı değiştirmek gerekiyor.
Aynının değişik versiyonlarına sahip bir ülkeyiz. İnsanların etnik kökenleri
üzerinden baktığımızda bir taraf farklı öteki taraf ondan tamamen farklı
diyemeyiz, yok böyle bir şey Türkiye’de. Çünkü yüzlerce yıllık birlikte beraber
yaşama, bu coğrafya insanları birbirlerine yaklaştırmış. Birbirleriyle benzer düşüncelere
benzer değerlere sahip olmuşlar. Dolayısıyla şimdi çağdaşlaşma ve modernleşme
gibi kavramlarla karşılaştıklarında benzer zorluklar yaşıyorlar. Ve hep birlikte
aşacaklar. Yani demokrasi kavramının Türkiye’de genelleşmesi herkesin beynine
gerçek anlamda işleyebilmesi bir biçim olarak kalmaması için bu insanların hep
birlikte benzer kültürel ve zihinsel süreçlerden geçmesi gerekiyor. Yani bu az
önce sözünü ettiğimiz demokrasi kültürünün; çocukluktan başlayarak, çocuğu
bir büyük insan gibi saygıya layık bir varlık olarak görmek, onu bir çocuk
olarak değil de yetişkin olarak görmek ona değer vermek önemsemek, belirli
aralıklarla onun böyle bir varlık olduğunu unutup bağırıp, çağırıp, azarlamaktan
vazgeçmek ve daha duyarlı ve insancıl bir ortam hazırlamak gerek. Komşu çocuğu
dövdüğü zaman, o dövüyor bende döveyim anlamına gelmemesi lazım. Sen dövmezsen
belki komşu da dövmemeye başlar,utanır, senin gibi düşünmeye başlar.
- Bu söylediklerinizden kültürün tanımlarından ziyade onun ve uzantılarının
içselleştirilmesinin asıl önemli husus olduğunu anlıyorum. Toplumsal dönüşüme
bunu adapte edebilmek hatta ?
- Evet
işte o zihniyet meselesi kültürden çok. Zihniyet değişirse kültür değişiyor
ama zihniyet değişmezse kültür onu tek başına değiştiremiyor. Başka biçimlere
bürünüyor kültür fakat zihniyet aynı kalıyor. Şöyle diyorum ben en basit
ifadeyle; maymuna takım elbise giydirdiğin zaman yine maymun. Biçimsel bir
değişim olduğu zaman gerçek bir değişim olmuyor anlamında
söylüyorum. Dolayısıyla insanlarda da böyle. Alışmadıkları bir ortamda
alışmadıkları davranışları sergilemesini beklersek, zor işimiz. O yüzden
eğitim gerekiyor zaman harcanması gerekiyor emek, çaba olması gerekiyor ki bu
değişim sağlanabilsin. Birde bu insanların bu değişime hazır olması bu
değişimi arzulaması gerekiyor. Hiç kimseyi durduk yerde zorla
değiştiremezsin. Değişimi kendisi arzulamalı, sende o değişimin gerçekten
önemli çekici bir şey olduğunu göstermelisin ki o çekicilik onun değişmesine katkıda bulunsun yoksa halinden memnunsa
kimse değişmez.
- Hocam sizin yazılarınızda Türkiye’de burjuvazinin olmadığından bahsediyor. Türkiye’de zengin fakir vardır, yoksul/proleter yoktur diyorsunuz. Türkiye’de
burjuva sınıfının olmaması bizim kültür sanat yaşamımıza ne gibi etki etmiş
olabilir?
- Tarihsel
anlamda baktığımızda burjuvazi modern toplumlarda öncü güç toplumsal güç olarak
değerlendirilebilir. Yani bir toplumu peşinden sürükleyen öncü bir kitle.
Tarihe baktığımızda Fransız Devrimini yapanlar burjuvalar daha sonraki
sosyalist komünist devrimin öncüleri yine burjuvalar aslında. O ülkelerde
haksızlığa dayanamayan burjuvalar devrimciliği benimsiyorlar bakış açısı olarak. Dolayısıyla böyle bir kitle toplumsal değişimin anahtarı olarak görülüyor. Çünkü
bunlar başarılı insanlar. Belli bir kitle oluşturduklarında ise, yüzde yirmi
yüzde yirmi beş, nitelikli eğitimli ve belli bir refah düzeyine sahip
insanlarsa kendiliğinden bir modele dönüşüyorlar. Dolayısıyla bunların
beğenileri toplumsal beğeni haline geliyor. Yani etkileme gücüyle. Yoksa
zorla sizde bizim yediğimizden yiyin bizim okuduğumuzu okuyun diyerek değil. Tam tersi onlara özendirme yöntemi ile. Yani bizde bu insanlar gibi olalım,
onlara benzeyelim,onların düşünce yapısına belki günün birinde sahip olabiliriz
düşüncesiyle. İlk insan hakları ve özgürlükleri burjuvazinin işi baktığınız
zaman. 1800’lerde ortaya çıkan insan hakları tartışması özgürlüklerin
tartışılması burjuvazinin ortaya attığı bir tartışma. Zaman içinde de
toplumların niteliksel eğitim düzeyinin artışı ile birlikte genel geçer bir
yapı haline geldi. Artık o toplumların insanları demokrasinin değerlerini ve
ilkelerini sıradan şeyler olarak kabul etmeye başladılar. Dolayısıyla bu
kitlenin, ideolojik anlamda bakarsak sanatın tüm alanlarında yani roman, tiyatro, resim, müzik bütün alanlarda öncülük yapması ve bir beğeni düzeyi
oluşturması, kitleye de bu beğeni düzeyinin sunması ve sunduğu beğeni düzeyinin
de onaylanmaya yönelik özellikler taşıması ve onu peşinde sürüklemesiyle
mümkün. Şimdi sanat yapıyorsunuz ancak sanatçı havayla suyla yaşayabilen bir
insan değil, yaptığı işin birileri tarafından beğenilmesi satın alınması
gerekiyor ancak öyle hayatta kalabilir. İşte burjuvazi bunu yapmış, ortaya
çıktığı toplumlarda sanatın gelişmesine maddi manevi katkılarda bulunmuş çünkü
bizzat kendi içerisinden sanatçı çıkmış önce onlara destek olmuş onlardan
başkaları geldiğinde aynı şekilde onları desteklemiş. Dolayısıyla sanat,
sanattan anlayan insanların, böyle bir niteliğe sahip eğitimden geçmiş
insanların varlığıyla mümkün olabilir. Şimdi böyle bir kitlenin olmadığını
varsayalım diğer taraftan da binlerce sanatçıdan bahsedelim. Bu sanatçılar
çayırda otlayarak yaşayamayacaklar. Kim satın alacak onları, kim okuyacak, kim
alıp eve asacak, kim gidip filmlerini izleyecek, kim tiyatro oyunlarına gidecek
yani onların seslenebileceği bir kitle olması gerekiyor. Dolayısıyla bu varsa
sanat var olabilir daha nitelikli hale gelebilir ve gelişebilir. Şimdi bunlara
ihtiyaç duymayan bir kitle düşünelim ne olacak? Ne sanat olacak ne de
gelişebilecek. Zanaat ya da yarı zanaatsal işler yüzlerce yıldır yapıldığı gibi
tekrarlanacak ne kadar tekrarlanabilirse. Ama hiçbir şekilde bir gelişmeden, niteliksel gelişmeden bahsedebilmek
mümkün olmayacak.
- Hocam burjuvaziden bahsettik. Sanat açısından Rokoko döneminde burjuvazinin
bir etkisi var yahut Fransız Devriminde Baudrillard’ın da salt egemenlik biçimi
dediği imparatorluğa karşı bir ayaklanışıvar. O zaman burjuvazi bizlerin
üzerinde durup düşünmesi gereken bir kavram mı?
- Kesinlikle,
o yüzden ben Werner Sombart’ın "Burjuva" adlı kitabını Türkçeye çevirdim. Ne
yazık ki burjuvazi Türkiye’de daha ne olduğu bilinen bir kavram değil geniş
kitleler bakımından. Ve yine ne yazık ki 1960 ve 70'li yıllardan bu yana kötü
bir kavram olarak sunuluyor. Oysa nesnel düşünce iyi ya da kötü her şeyi
öğretmek durumunda topluma. Buna toplumun, okuyucunun, yaşayan kişinin karar
vermesi lazım. Sen baştan burjuvaziyi dışlarsan tarih sahnesinden, insanlar ne
burjuvanın ne olduğunu ne burjuvazinin ne olduğunu ne de burjuva değerlerinin
ne olduğunu bilebilir. Böyle bir yanlışlık yapıldı bunun bir an önce
düzeltilmesi gerekiyor. Şöyle söylemek mümkün yani dünyada bir kitle düşünelim
sadece iyi şeyler yapıyor hiçbir kötülüğü yok. Tarihte böyle bir kitle yok. Her
kitlenin ya da sınıf olarak değerlendirirseniz her sınıfın iyileri var kötüleri
var. Burjuvazide de tüm burjuvalar kötü diye bir şey yok. Kötü burjuvalar
olmuştur, vardır ama onlardan daha çok belki iyi burjuvalar vardır iyi bir
burjuvazi vardır. Burjuva ile kapitalisti bile birbirine karıştırıyorlar
bizde. Yani burjuva demek kapitalist demek değil. Bu anlamda sen de burjuvasın
ben de burjuvayım, Fransız burjuvazisinin açıklamasına gidersek tarihsel
açıklamasına, diyor ki; polis memuru da burjuva, subay da burjuva, köşede
gazete satan dükkan sahibi de burjuva ama bunlar kapitalist değil. Dolayısıyla
büyük kapitalistler ile küçük burjuvaları birbirine karıştırmamak
lazım, bunların kendilerine göre değerleri var normları var. Bunlar zamanla
muhafazakarlaşabilir, olabilir. Ama hangi kesim muhafazakarlaşmıyor ki, o zaman
değişim için sürekli birilerinin öncülük etmesi gerekir. Yine aynı kitlenin
içinden çıkacaktır bu insanlar. Eğer muhafazakarlaşmışsa, gençler bu değerleri
değiştirmek için varlar. Onların müdahalesiyle yeni değerler genel geçer bir
yapıya kavuşabilirler. Dolayısıyla burjuvazi hakkında bu haksız ve olumsuz
yargının değişmesi gerekiyor. Önce bir öğrenelim, beğenmezsek o zaman reddederiz. Ama bilmeden yapmayalım. Önce öğrenip, deneyelim ona göre karar veririz. İşte
bu noktada kapitalizm ve burjuvaziyi Fernand Braudel’in dediği gibi Werner Sombart’ın
dediği gibi birbirinden ayırmak gerekiyor. Ve bu insanların o toplumların
kültürlerine sanatlarına muazzam katkıları olmuş bunu nasıl yadsıyabiliriz ki?
Sen istersen yadsı, kişi olarak yadsırsın ama tarih onu kabul etmiş. Bugün
baktığın zaman o insanların yazın dünyasına, plastik
sanatlara, müziğe, felsefeye, bilime ne ölçüde büyük katkılar yaptığını dünya
yadsıyamaz. Bilim tarihi onların koyduğu tarih. Onlar bilime merak sarmış, onlar
yaygınlaştırmış onlar bilimsel kültürün oluşmasına katkıda bulunmuş. Onlar intelijansiyayı
oluşturmuş. Onlar demokrasi kavramını modern demokrasi kavramını geliştirmiş
yaygınlaştırmış. Bütün bunları yadsırsan insan olmayı yadsırsın bir bakıma. Bu
insanların yanlışlıklar yapabileceğini kabul edebiliriz, ama her şeyi yanlış
yaptıklarını söylemek büyük haksızlık.
- Yine sizin yazılarınızdan çıkardığım sorularla devam etmek istiyorum.Yazınızda "Türkiye’de sanatın hangi Dünya’nın bakış açısına göre belirleneceği konusu
belirsizdir, mevcut egemen dünya görüşü ve alternatifi yoktur." Buradan yola
çıkarak böyle bir durumda sanattan söz edebilir miyiz ?
- O
zaman da sanata bir iş düşüyor demektir. Bu ideolojik, dünya görüşü konusunda ki
belirsizlik, sanat dünyasını öneriler üretmeye itmesi gerekir. Yani sanatçıları
insani değerleri öne çıkaran
alternatifler üretmeye yöneltmesi gerekir. Ama böyle bir şey oluyor mu
olmuyor mu? Ya da yapanlar kimler, kim biliyor, ne kadar biliniyor? Bu
insanlar geri plana atılmış, kendileriyle ilgilenilmeyen insanlar konumundalar
mı yoksa kitleler bunları izleyip peşlerinden gitmeye çalışıyorlar mı?
Araştırılması gereken şey belki de bu. Bu insanların sanatçı olarak, düşünce
insanı olarak, entelektüel olarak belli niteliklere belli insani erdemlere sahip
olması gerekiyor ki, öneriler üretebilsinler. Ki bu önerilerin sunuluş biçimi de
önemli. Bugün belli ahlaki değerler insani değerlerden bahsettiğiniz zaman
insanların bir kısmı hiç ilgilenmeyebilir, "bu değerler bizimle ilgili değil
kim ilgilenirse ilgilensin’’ diyebilir. O zaman daha kolay etkilenecek
kitleleri bulmak, gençler üzerinde yoğunlaşmak, çocukluktan gençlik yaşına
geçenlere yönelik araştırmalar, çalışmalar yapmak ve onları etkilemeye çalışmak
toplumsal değişimin başlangıç noktası olabilir. Çünkü onlar düşünsel açıdan henüz -tamamen şekillenmemiş- insanlar, bu insanlara bir takım alternatif öneriler
götürdüğünüzde kendi zekaları düşünce yapıları mantıkları ve akılcı düşünce ile
yaklaştıkları takdirde bu önerileri benimseyip hayata geçirebilirler. Ve bu
kitleler yaygınlaştıkça, geliştikçe, büyüdükçe toplum bunlara ayak uydurmak
zorunda kalabilir. Dolayısıyla sanatçıların her şeyi başkalarından beklememeleri
özellikle böyle ortamlarda ve durumlarda bizzat başı çekmeleri gerekiyor. Türkiye’de
sadece sanatçılar değil sanatçıların da yer aldığı bir intelijansiya -olması
gerekiyor ki- rehberlik yapabilsin. İşte asıl sorun da orda Türkiye’de maalesef
o Avrupadaki’ne benzer anlamda bir intelijansiya yok. Az önce burjuvaziden
bahsettik Türkiye’de burjuvazi var ama biçimsel anlamda var, sadece maddi
kaynaklara sahip bir kitle var yüzde yirmilik bir kitle var. Bu kitlenin
zihinsel anlamda burjuva değerleri yok, insani değerleri yok, erdemleri yok,
dolayısıyla bunların, (potansiyel burjuvazi diyorum ben buna) işte bu potansiyel
burjuvazinin, intelijansiyayı oluşturması intelijansiya’da felsefeciler, toplum
bilimcilerin, düşünce insanlarının yer alması, tartışması ve bu çağdaş
değerlerin bir an önce oluşturulması ve sanat dünyasının da bu değerleri
paylaşması, topluma sunulması, sürekli bir şekilde gündemde
tutulması, tartışılması, az önce sözünü ettiğimiz demokrasi kültürünün oluşmasını
sağlamak gerekiyor. Bunlar hep birbirlerine bağlı kavramlar, süreçler. Ve bu
süreçleri hepsini bir anda birbirine koşut biçimde sürdürmek gerekiyor ancak o
zaman başarılı olabiliriz diye düşünüyorum.
Röportaj:Oğuzcan Sever
Post a Comment