Header Ads

ad

Şeyhini Kaybeden Post San'at



Sanat, günlük yaşamda An'ın içinde ıskalanan mesafeyi tekrardan yakalayabilmek adına kurgulanan bir temsildir. Bu mesafe eleştirel mesafe dediğimiz mefhumdur. Zira yaşamın özü olan deviniminin içinden soyutlanabileceğimiz tek yer sanattır. Sanat ile birlikte "güvenli takip mesafesine" ulaşırız. Gündelik olanın içinde, mesafe koyup ardından yargıda bulunamayız. Önce yargıda bulunup sonra el yordamıyla bir mesafe bulmak, anlamlandırmak, kaçan ve doğası gereği sürekli kaçacak olan gerçekliğin izini süreriz. Mesafe kelimesini açmak adına tefekkür de diyebilirim. Yani seyretme -seyre dalma. Tam bir eylem değil, eylem-si. Kapsamlı görebilmek adına bir adım geriye çekilme, detaylı bir okuma için gürültüden uzaklaşma. Tefekkür fiziksel açıdan pasif ancak aktif bir zihinsel sürece ve çabaya dahil. Yargıda bulunmak ve bulunulan yargıya mesafe koyabilmek (tefekkür, üzerine düşünme) aynı anda bulunamayacak, birbirini yutan iki süreç.

Ne yapmayı düşünüyorsunuz?"
Bu soru karşısında Heidegger biraz duraklar ve şöyle der:
— "Hem düşünmek, hem yapmak, bir soru içinde tam iki fiil birden! Bu benim için çok fazla!"
Sanat bu imkansızlığı paradoksal bir biçimde bir araya getirebilme yetisine sahip. Ancak Kendi simülasyonuna dönüşen herhangi bir "şey"in bir anlatı yahut eylem içermesi olanaksızdır. Sanat bizzat bu sempotumu göstermektedir ne yazık ki. Gerçi toplumun kitleye dönüşmesi yani artık iletişimin mümkün olamaması, her türlü gönderinin kitle tarafından emilmesi ve yok edilmesi Sanat’ın da işini imkansızlaştırmakta. Burada her iki kutbunda birbirini sürekli olumsuzlaması ve bunu yapmaya istekli olması sorunu var. Kısaca sanat sadece sanat olmadığı gibi sanatın sorunu da sadece sanatın sorunu olmuyor.
Bu yüzden; Gerçek, Doğru, Temsil, İfade üzerine biraz kafa yormak gerekiyor.


Nietzsche ''gerçeğe maske takarak ulaşılabilir diyor''. Zira gerçek, hareket ettirilemez ve temas edilemez bir mefhumdur. Gerçek gönderge olamayacak kadar bütünlüklüdür. Post Truth kelimesi duyduğum ve gördüğüm en isabetli kelimelerden. Hem gösterileni, çağrışım yaptıkları ve tanımı itibari ile manipülasyona açık hem de göstereni itibari ile deformasyona, iletişimsizlik haline ,manipülasyona tamamen uygun bir oluşum. Gerçeğin olamayacağını en baştan kabul eden ve kuralları buna göre belirleyin diyen açık sözlü bir kelime. Doğrunun devinimi, gerçekte mevcut değildir. Gerçek kütlevi ve kuşatılamaz olandır. Doğrular ile birlikte esnetilmeye çalışılır lakin nafiledir. Gerçek üzerine yargıda bulunmak, -Bergson’un bahsettiği hiçlik ve tümlük kavramları gibi- üzerinde hak iddia etmek ve kapsamaya çalışmak, tasavvur edilemez.  

Temelde doğru da doğası gereği dolayımsız olmak zorundadır. (Burada Doğru’yu Gerçek’in parçası olarak kabul ediyorum !). Ancak doğasını ve hürriyetini kaybetmiştir bu çağda. Dolayıma girdiği an (ki bu dolayım ya kendine üzerine kıvrılmak yada genleşmek suretiyle olur ) hiper gerçekliğe dönüşür. Dolayıma giren doğruda temsil eden ve edilen ayrımı ortaya çıkar. ''Dolayımsız'' temsil edilen, ''dolayımlı'' temsil eden. Bu yüzden dolayıma giren doğrunun deviniminde yani farklı bağlam ve kodlara gönderme yaparken çok hassas olunmalıdır. Tıpkı barutun taşınması gibi hassas bir süreçtir doğrunun dolayıma girmesi yani taşınması yani devinimi. Ancak -postların çağında bu hassasiyet ıskalanır ve barut gibi patlar. Bu noktadan sonra üç boyutlu gerçeklik mefhumu, iki boyutlu soluk kopyaya dönüşür, hiper gerçeklik. (Üçüncü boyutun ikinci boyuta indirgenmesi demek artık hakikat ile temas edememek, sadece gölgelerden çıkarım yapmak demektir, tıpkı Platonun mağarası gibi, tıpkı Carl Sagan'ın anlattığı gibi). Hiper gerçeklik gerçeğin bir kopyası değildir zira temsil eden ile temsil edilen arasında bağlantı tamamen kopmuştur. ( Sanat bu bağlantı sayesinde ayakta durdu yüzyıllarca). Bu kopuştan sonra hakikatin sürekli olarak temsiller üzerinden başkalaşıma uğraması hiç bitmeyecek süreçtir. Çağımızın çıkmazı, temsil edilenin yadsınması, temsil edene atfedilen ehemmiyettir. Hiç bir ontolojik dayanağa sahip olunamayan bir dünyada, sanatın temsil şekillerinden bahsetmek hatta sanatın varlığından söz etmek; ruhban sınıfının aralarında oynadığı teoloji oyununu oynamak olur. Çağdaş sanat gitgide teolojiye benziyor. ( Belirli bir zümrenin kimsenin anlamadığı bir dille, anlaşılmaz estetik yargıları zaten ruhban sınıfı eleştirisini doğruluyor günümüzde) İhtiyaç olan sanata felsefenin soğuk ama kararlı akınlarıyla ilerlemektir. Platonun filozof kralından ziyade filozof sanatçılara, filozof alımlayıcılara gereksinim vardır. Nietzsche de sanatın oyun olduğunu söylüyordu ancak şuan oyunda değil oyunun simülasyonundayız. Simülasyona bir kez geçilmeye görsün, ne kadar derine düşebileceğimizi kimse tasavvur edemez. Sınır bir kere aşıldığında, ontolojik aşınma bir kere gerçekleştiğinde, sürekli hareket eden ve sürekli kendini olumsuzlayabilen, kaosun kötü bir kopyası olan dünya ortaya çıkar.






(Edward Hopper bir dönemin bitişini en iyi resmedenlerden. Bu bitiş Baudrillard'ın sözünü ettiği bitiş değil mi ?)

Şeyhin biri müridiyle giderken bir köyün yanından geçmişler. Şeyh demiş ki:

“Evladım. Ben şu incir ağacının altında biraz nefesleneyim, sen de al şu testiyi, git köyün çeşmesinden dolduruver bir zahmet."

Mürid gitmiş çeşmeye. Bir de ne görsün çeşmenin yanında dünya güzeli bir kız testisini dolduruyor. Takılmış peşine. Yolda aşkını ilan edivermiş. Kız da ondan hoşlanmış ve “Babamdan iste beni" demiş. Delikanlı da gidip babasından Allahın emriyle, Peygamberin kavliyle kızı istemiş. Adamın gözü delikanlıyı tutmuş, “verdim gitti" demiş. Derken çocukları olmuş, aradan yıllar geçmiş, çocuklar büyümüş, hatta en son gelip babalarına demişler ki:

"Baba bize destur ver de gidip rızkımızı arayalım"

Çocuklar gitmişler, derken bizimki iyice yaşlanmış. Bu sırada kayınpederi vefat etmiş, çok geçmeden hanımını da kaybetmiş ve öylece yalnız, tek başına kalmış. Birdenbire incir ağacının altında unuttuğu Şeyhini hatırlayıp “Eyvah!" demiş, “Ben ne yaptım?" Hemen koşup bir testi almış ve çeşmeye gidip testiyi doldurduktan sonra koşa koşa incir ağacının yanına gitmiş.

Bir bakmış ki Şeyh hâlâ ağacın altında ayaklarını uzatmış oturmakta. Şeyh tebessüm ederek şöyle demiş bizim delikanlıya: Evladım, nerede kaldın? Az kalsın ben de gidecektim!

Çok sevdiğim ve burada bağlamından koparıp alıntıladığım bu hikayeyi Dücane Hoca’dan okumuştum. Bu hikayedeki şeyhi, sanatın şeyhi olarak kabul ediyorum(en azından bu yazı kapsamında). Sanatımızın şeyhini bir türlü bulamaması yahut onu unutmaya devam etmesi demek; ne sanatın özüne, ne bu toprakların özüne, ne de zamanın ruhuna ulaşamamamız demek. Hakikatimizi aramak gibi bir gayemizin olmaması, bitme noktasına geldiği iddia edilen hakim sanat anlayışının kopya temsilleri haline getiriyor sanatımızı.

Bir temsil fetişiziminin ortasındayız. Yaşamın estetize edilmesi adına insanların "markalaşma" sürecinde olduklarını görüyoruz. İnsanlar kamusal alanda bir temsil bir canlandırma içerisindeler. Bu canlandırmanın ikinci dereceden vuku bulduğu mecra ise dijital dünya. Bahsettiğimiz hakikatten kopma yahut şeyhini kaybetme sorunu hayatın her alanına sirayet etmiş vaziyette. Böyle bir durumda sadece sanatı yargılamak ve kurban etmek ılımlı muhalefetten öteye geçemez. Her ifade, ifadenin formuyla  ifade edilmek istenen arasına bir mesafe koyar doğası gereği. Bu yüzden hep bir eksik arzu nesnesi kalır tabiri caizse. Ancak biçimci bir anlayışın önce sanat ardından medya-reklam-sosyal ilişkiler- post-truth ile birlikte hegemonya kurması; ifade formunun, içeriği tamamen kapsayabileceği, kuşatabileceği hatta önemsizleştirebileceği yanılsamasına yol açmıştır. Sanat da buradan payını almış ve üretiminde insani özü ıskalar olmuştur. İnsani öz yahut içerik bahsettiğimiz şeyhini kaybetme meselesiyle birebir bağlantılıdır. Hem formun kutsanması hem de formun bir türlü devinimden ve manipülasyondan kurtulamaması, kaotik bir ilişkiler ağını beraberinde getirir. Bu kaotik ilişki süreçlerinden sanat da ciddi biçimde payını alır. Bunun yanında geçmişini inkar eder ve mirasını kabullenmek istemez ( zira kendisi başka bir statüde sayar kendini ) ancak o reddettiği geçmişin aurası sayesinde içeriksiz üretimini onaylatabilir insanlara. Bir problem dahi ortaya koyamayan bu sanat, dogma haline gelmiş bir saygıdan faydalanarak hayalet olarak sürdürür kendini.


Modernizmin’in programı sanat yönünde tükendiyse, mevut program hangisidir? Elbette bir takım kavramlar ve isimler üretebiliriz ancak bunun karşılığı var mıdır? Paradigmaların ekseninden kayması her çağda alışılagelmiş bir hadisedir. Lakin bu çağı buhrana sürükleyen eksen kaybı tam olarak nerede işaretlenmelidir? Sanattan bağımsız bu tümellere yanıt bulduğumuzda, Sanat da yeni bir öz yakalayabilecek duruma gelecektir. Aksi halde çağdan bağımsız yahut çağı tahlil etmeden sanatı taşlamak nafiledir.

Oğuzcan Sever'in bu yazısı Yeni Sanat 68 Dergisinden alınmıştır.

KAYNAKÇA

Nicolas Bourriaud,İlişkisel Estetik,Bağlam Yayıncılık
Ali Akay,Sanat Tarihi:Sıradışı Bir Disiplin,Yapı Kredi Yayınları
Dücane Cündioğlu,Sanat ve Felsefe,Kapı Yayınları
Dücane Cündioğlu,Düşünce Düşlenir,Kapı Yayınları
Jean Baudrillard,Sessiz Yığınların Gölgesinde,Doğu Batı Yayınları
https://www.yenisafak.com/yazarlar/ducanecundioglu/davulla-zurnayla-bach-icr-edilemez-19309



Hiç yorum yok