Çöküşün Eleştirisi
“Kimi insanlar
site adı verilen, birbirinin aynısı tekdüze konutları beğenmediklerini
söylüyorlar, ama sanat galerilerindeki birbirinin aynısı sıra sıra kutulara
hayranlıkla bakıyorlar.” diyor Rudolf Arnheim.
Son yıllarda
süregelen sanat anlayışı artık hemen herkesin dimağında yer etmiş bir olgu. Kişi
konu ile ilgili olsun ya da olmasın buna tepkisiz kalamıyor, kalamaz. Güzel
sanatlar ve estetik günlük hayatımızın içine öylesine penetre etmiş durumda ki,
bir AVM’ye girdiğinizde bir sanat galerisine gelmiş gibi hissedebilirsiniz,
bilhassa bunca karmaşanın içine açılan sergiler de işin temel çatışmasını
oluşturuyor. Çünkü artık reklamlardaki gofretler gibi, yeni çıkan otomobiller
gibi insanın gözüne sokulan, pazarlanan, değer ve estetik kaygılarını bir
kenara koyup popülaritenin ve paranın uşağı olan bir sanat görüyoruz. Diğer
yandan 20. Yüzyıl ile birlikte hayatımıza giden post-modern sanat, kitsch gibi
akımlar ve kavramlar bu düşünceleri fazlasıyla desteklemekte.
Sanatın, yüksek
sanat bağlamından kopup bir hızlı tüketim ürününe dönüşmesi, paranın
değerlendirilebileceği güvenli bir liman olarak görülmesi, al-sat yapılarak kâr
amacı güdülmesi, hediye olarak götürülebilecek eşya olarak görülmesi, sanatı ve
sanatçıyı bütün köklerinden koparıp yepyeni bir anlayışa, olguya
sürüklemektedir. Adeta jetlerin insanın üstünden geçmesi kadar hızlı
gerçekleşen bu değersizleşmeyi Hermann Broch şu sözlerle dile getiriyor; “Kitsch üreten, her kim olursa olsun, estetik ölçülerle değerlendirilmemelidir, kiç
üreten kişinin ahlakı bozuktur; en kötüyü arzulayan bir suçludur o”. Hemen
peşine eklemek gerekir ki Donald Kuspit, “Sanatın daha önce eşi görülmedik
biçimde yayıldığı, eskiden pek anlaşılmayan ya da itici bulunan sanat
biçimlerinin kolaylıkla kabul edildiği, popüler ve ticari sanatın eskiden üst
düzey sanat adı verilen şeyle inanılmaz bir şekilde yan yana geldiği bu
koşullar altında, sanatın kişisel özerkliği teşvik ettiği yönündeki eski inanç
giderek çaresiz hale geliyor” diye aktarıyor bizlere.
Bu anlayış,
yüksek sanatı ve anlayışını bitirmek ister. Bunu tahtakuruları gibi yavaş yavaş
yıllar içinde değil, kalp krizi gibi bir anda, olabildiği en radikal şekliyle
yapmak ister. Artık ne el veren bir üstâdın bilgeliği, ne yıllar gerektiren
çaba, ne temeli felsefe, psikoloji ve filozoflarla doldurulmuş akımlar ne de
iyinin, güzelin, yücenin yolu vardır onlar için. Sadece yapmak. Yapabiliyor
olmanın getirdiği bu yetkinlik ve kişiye sağladığı özgüven bu çürümenin yattığı
en rahat yatağı oluşturmakta.
İnsanlarımız nasıl
ki günümüzde Wolfgang Amadeus Mozart yerine bilgisayarda birkaç hazır kalıp
ritim, melodi üzerine yazılmış birbirini tekrar eden toplamda 15-20 farklı
kelimeden oluşan şarkıları dinlemeyi, bunlarla eğlenmeyi tercih ediyor, plastik
sanatlarda da farklı bir tablo ile karşılaşmıyoruz. Sanatın topluma mâl edilmesi
esasen bu bozulmaların en büyük tetikleyicisidir lakin bu başka bir yazının
konusu. Artık anlamlandırmak yerine anlama çağında yaşıyoruz. Bundan dolayı
anlamlandıramadığımız hiçbir şeyi anlayamıyor, anlayamadığımız şeye ilgi
göstermeyip kötülüyoruz. Bizden olmadığını, bize ait olmadığını savunup bir
köşeye savurmayı yeğliyoruz. Scientia (ilim) ve Aesthetica (estetik) insanı
terkediyor.
D. Kuspit, Sanatın Sonu, İstanbul,
2006
A. Akay, Kapitalizm ve Pop Kültür,
İstanbul, 2002
H. Şahin, “Postmodern Sanat”, İDİL
DERGİSİ, Ankara, 2007
Mert Kofoğlu'nun bu yazısı, yeni sanat 68 dergisinden alınmıştır.
Post a Comment