Header Ads

ad

Murat Erşen İle Röportaj

Sitemizde ikinci röportajımızı yayınlamanın heyecanını yaşıyoruz.Bu seferki konuğumuz Murat Erşen.3 Ekim 1976 doğumlu felsefeci. Strasbourg Marc Bloch ve Galatasaray üniversitelerinde felsefe, Dokuz Eylül Üniversitesinde iktisat okudu. Çeşitli yayın evlerinde editör, çevirmen ve danışman olarak çalışmasının yanı sıra MonoKL yayınlarının kuruluş sürecinde yer aldı. Yayıncılık faaliyetlerine  devam ederken bir yandan da Yıldız Teknik, Doğuş ve İstanbul üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak ders verdi.Kendisiyle bir çok konuda kıymetli bir röportaj gerçekleştirdik.Kendisinin röportaj talebimizi kabul etmesine ve nezaketine teşekkür ediyor,bu röportajı sizlere takdim ediyoruz .




1 -Öncelikle  kendinizi tanıtmanızı isteyelim sizden . Gerçi ilgililer biliyor ama adettendir diyerek soralım. Eğitiminizde hem yurt içi hem yurt dışı süreçleri mevcut . Lisans eğitiminizden başlayarak bize eğitim hayatınız hakkında bilgi verebilir misiniz ? İktisat fakültesi okumuşken nereden çıktı Spinoza,Derrida  yahut Wittgenstein ile dilin sınırlarına yolculuk ?
1.       İlk iki soruyu birleştirerek cevap vereyim. İlk gençlik yıllarımda hayatımda sadece spor vardı, üniversite ikinci sırada geliyordu. Fen-matematik mezunu olduğum halde, mühendisliğin fazla ders yükü getireceği endişesiyle sınava bir ay kala beni daha az zorlayacağını düşündüğüm için işletme ya da iktisat gibi bir bölüm yazmaya karar verdim. Ama biraz şuursuza iktisat okuduğum o yıllarda felsefeyle ilgilenmeye başladım, önce elime ne geçerse okuyordum ama sonra bu alanda daha disiplinli bir şekilde donanma ihtiyacı duydum. Dört yılın ardından diplomamı aldıktan sonra Fransa’ya gittim ve önce Strasbourg Marc Bloch Üniversitesi’nde, ardında da Galatasaray Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldım. Aklımda akademiden ziyade yayıncılık vardı. Bunu akademi dışında felsefe yapmanın ilk adımı olarak görüyordum. Liseyi İngilizce okumuştum, Fransızcam da gelişince, herhangi bir yayıneviyle ilişkim olmadığı halde kendiliğinden çeviriye yöneldim. Beğendiğim yabancı yayınları daha fazla kişiye ulaştırma duygusuyla 5 kitap çevirip sonra bunları bir yayınevine teklif ettim. Böylece çeviri ve yayıncılık maceram başlamış oldu. İlk önce kendimi denemek için Oscar Wilde’ın üç tiyatro eserini çevirdim. O sıra ayrıca psikanalize ve Lacan’a ilgi duyuyordum. Bu konuda iki kitap çevirdim. “Wittgenstein ve Dilin Sınırları” ile “Doğal hak ve tarih” ders kitabımızdı.  Hadot’nun meseleyi ele alış tarzı hoşuma gitmiş, Strauss’un filozofları okumakta gösterdiği ustalığa hayran olmuştum.  Spinoza’dan ise hiç hoşlanmıyordum, Etika dışında hiçbir kitabı olmadığını görünce çevirmenin gerekli olduğuna kanaat getirdim. Türkiye’ye döndükten sonra Monokl’un çıkardığı dergilere katkıda bulundum, ardından yayınevi olarak kuruluşunda yer aldım. Bu sırada çeşitli üniversitelerde Modernitenin Tarihi, 20. yüzyıl felsefesine giriş vs. dersleri verdim. Böylece iyiden iyiye yayıncılık işine girmiş oldum. Hâlâ farklı yayınevleri için çevirmenlik ve editörlük yapıyorum.    
2 -Henüz eğitiminizi sürdürüyorken sizi etkileyen yazar,düşünür kimlerdi ? Kitabını bitirdiğinizde ‘’Vay Be’’ dedirten isimler oldu mu vakti zamanında ?
Beni ilk etkileyen düşünür Descartes oldu. Yöntem Üzerine’yi okumak hep bir keyiftir benim için. Badiou’nun deyişiyleDescartes’tan beri üç kavram felsefenin koşullarına, felsefenin modern şekillenmesine bağlanır: Varlık, hakikat ve özne. Descartes’ın ben’e ayırdığı yer, özgürlük anlayışı ve zorunsuzluk düşüncesi felsefeye daha çok eğilmeme neden oldu. Yüksek Lisans tezimde de bu alanda çalıştım zaten. Son dönemde Rogozinski’yi takiben Ego sum” olumlamasının etik ve politik anlamına vurgu yapan, Ben’in başkasının hâkimiyetinden sıyrılarak hakikatine ve özgürlüğüne erişmesini bir direniş etiği olarak gören bir yazı da kaleme aldım. “Olayın tekilliği ile hakikati rasyonel bir biçimde iç içe geçiren bir felsefeye [ihtiyacımız var]… Bu bize yeni bir özne öğretisi önerme imkânı verecektir –ki bence temel hedef budur.” diyen Badiou’nun felsefesini de bu yüzden çok önemsiyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi Leo Strauss’ta bir filozofun nasıl okunacağını gördüm. Hobbes’u, Locke’u, Rousseau’yu yorumlayışını görünce sanki bu düşünürleri hiç okumamış gibi hissettim, hayranlık verici bir deneyimdi. Kierkegaard’ı da çok seviyordum, hatta ilk çevirmek istediğim kitaplardan biri onun “Ya .. Ya da”sı idi. Böyle böyle çember geriye ve ileriye doğru genişledi. Benzerlikler ve farklılıklar bula bula, herbir filozofu yeni, farklı, başka bir perspektif olarak görerek okumalarımı çeşitli alanlarla -sinema, psikanaliz vs.- ilişkilendirerek genişlettim. Ama çeviri ve özellikle redaksiyon faaliyeti okumaya düşkün biri için fazla zaman alıyor. Becerebilirsem bu yılın sonunda çeviriyi olabildiğince azaltıp, daha çok okumaya ve yazmaya yöneleceğim.   
3 -Çevirmenlik mukaddes olduğu kadar yıpratıcı bir iş olsa gerek . Bir yanda kültür ve düşünce dünyamızı zenginleştirirken aynı zaman sıkı metinlerle mücadeleye girişiyorsunuz . Nasıl karar verdiniz bu işe ? Karşılaştığınız sıkıntılar neler oldu ?
Çeviri bir yandan çok zevkli, belli bir matematiği var ve bulmaca çözmeye benziyor. Başta da belirttiğim gibi insan beğendiği şeyleri diğer insanlarla paylaşmak için içsel bir eğilim duyuyor. Bu yüzden çeviriyi bir iyilik biçimi olarak görüyorum, bir nevi zekat. Entelektüel ekolojiye borcumuz: Aldığımız kadar olmasa da verebildiğimiz kadar vermeliyiz.  Ama çevirinin ve redaksiyonun yarattığı mesleki deformasyon insanın okumalarına bir gölge düşürüyor: bir kitabı yayınlanıp yayınlanmayacağına karar vermek için okumak, çeviri yanlışlarına dikkat kesilmek vs. gibi. Ayrıca çok zaman da alıyor: Bir kitap çevirinceye kadar 5-10 kitap okuyabilirsiniz örneğin. Türkiye’de maddi anlamda ciddi bir getirisi olmadığını da söylemek gerek. “Manevi” bakımdan bir doyum sağladığı muhakkak ancak çoğu zaman kapakta isminiz bile yer almaz. İyi okur kitabın künyesine bakacak da… Ama haksızlık etmeyelim, iyi okurlar eksik değil, yazar, yayınevi kadar, çevirmen takip edenler de var. Redaksiyon ise inanılmaz yıpratıcı ve hatta çoğunlukla sıkıcı bir süreç, adeta başkasının yanlışlarının dedektifliğine soyunuyorsunuz ve tabiri caizse geride suç delili kalmasın diye bütün hataları, kusurları örtmek gibi büyük bir sorumluluk var. Bir sorun da çok farklı düşünürleri, yazarları çevirmek. Özellikle felsefe kitapları çeviren meslektaşlardan da bunu duyarsınız. Aynı kişinin pek çok düşünürü ya da felsefeyi aynı vukufiyetle bilmesi mümkün değil. Dolayısıyla herkesin her şeyi çevirmesi doğru değil aslında. Sağlıklı çeviri için tehdit. Ama şartlar buna zorluyor, bundan kurtulmak lazım. Tabii bir konuda uzman olmak o konuda iyi çeviri yapılabileceği anlamına da gelmiyor.

Özellikle çağdaş Fransız felsefecileri hayli zorlayıcı bir dille yazıyorlar. Nancy, Lacan, Bourdieu, Derrida vs. Sonu gelmez cümleler, dil oyunları, kavramsal zorluklar. Bu bulmacamsı zorlukla baş etmeye çalışmak başta da söylediği gibi bir yandan çok keyifli ama öte yandan çeviri teslim tarihi gibi bir tehdit var. Yani her zaman keyfini çıkara çıkara çevirmek mümkün olmuyor.        


4 -Türkiye'deki yayıncılıkta dikkatimizi çeken bir sıkıntı var . Herhangi bir düşünürün  yahut filozofun eserleri kimi zaman kronolojik olarak çevrilmiyor . Eser sahibinin kitaplarını ve düşünce dünyasını kimi zaman son eserinden takip etmeye başlıyoruz . Bu bir sıkıntı mı ? Ve bu konuda ki görüşleriniz nelerdir ?
Bence Türkiye’de düşünce gündemini belirleyen akademiden ziyade yayıncılık dünyası. Fakat yayınevleri sonuçta ticari işletmeler, dolayısıyla özellikle belli yayınevleri eksikleri, gedikleri gidermeye özen gösterse de işin maddi boyutuna bigane kalmaları mümkün değil. Yani akademik bir işlev yerine getirir gibi filozofların eserlerini kronolojik olarak yayınlamaları beklenemez. Bunun için yurtdışında akademik çalışmalar basmak için kurulmuş yayınevleri var, bilhassa üniversitelerin yayınevi kolları. Yine Türkiye’de kökleri çok eskiye dayanan yayınevi de pek yok. Dolayısıyla bir geriden takip etme durumu söz konusu. Herkes işin bir ucundan tutuyor denebilir. Aralarında eşgüdüm olmadığı için de bir dağınıklığın olması kaçınılmaz. Ayrıca ciddi bir rekabet de var. Bu yüzden de örneğin tek bir filozofun kitapları pek çok farklı yayınevinden ve farklı çevirmenlerin elinden çıkıyor. Telifi kim alabilirse artık… Akademisyenlerin çeviriye pek yanaşmaması ise ayrı bir sorun. Çeviriye gönül indirdiklerinde de her zaman çok başarılı olduklarını söyleyemeyeceğim. 
Tüm bunların yarattığı ciddi bir sıkıntıdan söz edilebilir. Son beş on yıldır inanılmaz bir üretime şahit oluyoruz. Basılan kitaplara yetişmek ne mümkün. Fakat bu üretimi karşılayacak, sağlıklı götürebilecek düzeyde yetişmiş bir insan kaynağı olduğunu söylemek zor. Özellikle Fransızca, Almanca ve daha az bilinen dillerde yeterli sayıda çevirmen ve bu çevirileri denetleyecek kapasitede editör yok. Sonuç itibarıyla yetkin olmayan çevirmelerin yaptığı çevirilerin yarattığı sıkıntı var. Yayınlanmış pek çok kitapta anlamayı baltalayacak çok önemli hatalar görüyoruz. Yayınevlerinin sabit kadrosunda yer alan editörlerin ise çok farklı alanlardan gelen çevirileri düzeltmesi mümkün değil. Editör/Redaktör konuya ve dile (hem çevirinin yapıldığı dile hem de Türkçeye) en azından çevirmen kadar hakim olmalı ki kusurları giderebilsin. Çarkın dönmesi için kendini dayatan zaman kısıtlaması da işin içine girince okur kendini felaket çeviriler karşısından bulabiliyor. Bu da iyi okurun güvenini sarsıyor. Türkçe felsefe yapılacaksa, Türkçe metinler gerekiyor ama bu durum özellikle yabancı dil bilen okurları eserleri çoğunlukla İngilizceden okumaya sevk ediyor. Fakat iş yazmaya gelince bu sefer telif eserlerde hem içerik hem de dil bakımından büyük bir zaafiyet görülüyor.         
5 -Peki gelelim o dillere pelesenk olmuş meseleye . Türkçe felsefe yapmak mümkün mü ? Yahut Türkçenin felsefe karşısında ki imtihanını nasıl değerlendiriyorsunuz ? Bununla bağlantılı olarak Türkiye’de felsefe algısı nasıl ? Felsefeden korkuyor muyuz ? Korkmakta haklı mıyız yoksa bir şehir efsane mi bu çekince ?
   Önce şunu ileri sürerek başlayayım. Bence her dilde felsefe yapılabilir. Dil bir düşünce işi. Düşünce zenginleştikçe dil de zengileşiyor ve dil zenginleştikçe düşünce ufku genişliyor. ama şu da bir gerçek ki Batı felsefesi dünya kültürüne hakim olmuş durumda. Bunun basit bir sebebi var aslında. Ben bunu kendimce Bakara süresinde geçen bir ayetle açıklıyorum. İlk halife Adem’in ayırt edici özelliği nesnelere isim vermesi, yani kim adlandırıyorsa halife de o oluyor. Batı’nın yaşadığı ve dünyanın büyük bölümünü etkisi altına alan Reform, Rönesans, Aydınlanma, Fransız Devrimi, Endüstri Devrimi gibi tecrübelerle birlikte ortaya çıkan sorunlara ilk cevapları Batı getirdiği için sorunu önce yaşayan, soruları da önce soruyor ve düşünüş şekliyle, kavramsal çerçeveyi de belirliyor. Tarihin bir döneminde aynı yola giren ya da bu etkilere maruz kalan coğrafyalar da ister istemez  önce önlerinde buldukları düşünce paradigmalarıyla iş görmek durumunda. Ama her toplumun ve coğrafyanın kendine has sorunları var. Bu sorunları felsefi olarak ortaya koyabilirsek, biz de kendi dil dünyamızda cevaplar ararız, bu da Türkçe felsefe yapmayı beraberinde getirir. Kısacası sorun dilin kısırlığından ziyade düşünce fakirliği. Felsefenin ilk koşulu da herhalde cesaret etmek ve otoriteye karşı fikir öne sürebilmek. Modern felsefenin kurucusunun Descartes olması da bu yüzden olsa gerek. Hem skolastiğin otoritesine karşı yeni bir düşünce geliştirdi hem de filozofları hâlâ uğraştıran soruları ortaya koydu.   
6. -Sizin editörü olduğunuz kitaplar var . Örneğin Derrida ve Deleuze sözlüğü bunlardan sadece ikisi . Şahsi tecrübelerimden biliyorum bu iki düşünürü okurken saçlarımın döküldüğünü hissetmiştim : ) Bu isimleri çevirirken yaşadığınız süreç nasıl oluyor bununla alakalı deneyimlerini aktarabilir misiniz ? Hatta Lacan’ı dahil etmezsek olmaz ?
Bu dizi aslında çok kapsamlıydı, yüzden fazla sözlüğü kapsıyordu ama sözlükler Fransızca hazırlandığı için ben sadece Fransız filozoflarına yönelmeyi tercih ettim. Zira örneğin Nietzsche sözlüğünü Fransızcası üzerinden tercüme etmek sıkıntılı. Felsefede kavram her şey demek. Bu sözlükler filozofların düşüncesine giriş olma iddiası taşımıyor aslında. Yardımcı kaynak bir nevi. Tabii bu durumda filozofların ana eserlerinin o dillerde bulunması gerekiyor ki daha büyük yarar sağlasınlar. Ama Derrida, Levinas gibi düşünürlerin asıl kitapları hâlâ Türkçede yok (neyse ki Deleuze’de hayli yol alındı). Dolayısıyla henüz kavramları tam anlamıyla oturmamış düşünürlerle ilgili sözlükleri çevirmek riskliydi. Bazen bir kavrama ilk kez karşılık önermek gibi bir meydan okumayla karşılaşmak işten bile değil. Bu, felsefeciliğin ve  çevirmenliğin hem keyifli hem de tehlikeli tarafı. O yüzden ince eleyip sık dokumak, bol bol bilenlere sormak gerekti. Sonuçta 11-12 kitap oldu sanırım. Ama bu düşünürlerin başlıca eserlerini çevirmek hala bir görev olarak önümüzde duruyor. Çağdaş Fransız düşüncesi diliyle, üslubuyla, çetrefilliğiyle zorlayıcı. O yüzden belli bir eşgüdüm sağlayıp, paslaşarak, aşağı yukarı ortaklaşmış bir kavramca hazırlamak önemli. Son zamanlardaki ivmeye bakıldığında yakında bunların da Türkçeye kazandırılacağını umabiliriz, örneğin en son Merleau-Ponty’nin “Algının Fenomenolojisi” çıktı. Demek ki yavaş yavaş olacak. Benim de elimde Lacan’ın bir semineri var mesela. Yakında çevirisi bitecek.     

7 -Lars Svendsen den Sıkıntı’nın Felsefesi , Korkunun Felsefesi , Yalnızlığın Felsefesi kitaplarını çevirdiniz . İlgiyle takip ettiğim bir seri oldu . Bu yazarla tanışmamış okuyuculara ne söylemek istersiniz ? Başlıkları itibari ile ilgi çekici kitaplar ?
Sıkıntının Felsefesi’nin 2007’de çevirdim yanılmıyorsam. Bir arkadaşım önermişti, okuyunca çok beğendim. Sıkıntı gibi çok ilginç bir konuyu felsefi olarak el almakla kalmıyor, sinema, edebiyat, sosyoloji gibi alanlarla da bağını kuruyordu. Sözgelimi bir yandan Heidegger düşüncesinde sıkıntının yerini incelerken, öte yandan Bret Easton Ellis’in Amerikan Sapığı romanı ya da Ballard’ın yazıp Cronenberg’in filme çektiği Çarpışma’yı bu kavramla ilişkisi içinde ele alıyor. Bu arada Pascal’a, Beckett’e, Andy Warhol’a, Pessoa’ya, Thomas Mann’a ve daha nicelerine giderek kavramın izini sürüyor. Bu anlamda popüler felsefe kitaplarından daha başka, daha dolu ve doyurucu. Ancak yayıncının dağıtım konusunda zayıf kalması kitabın okurla yeterince buluşamamasına neden oldu. Korkunun Felsefesi ve Yalnızlığın Felsefesi ise yeni kurulan Redingot Yayınevi’nden çıktı ve kısa sürede yeni baskılar yapacak kadar okurun ilgisine mazhar oldu. Bu kitaplarda da Svendsen aynı stratejiyi sürdürüyor. Kimi zaman istatistiklere de yer vererek, kavramları disiplinlerarası bir çerçevede büyük bir zenginlikle sunuyor. Yakında editörlüğünü yaptığım Kötülüğün Felsefesi çıkacak, ardından da Özgürlüğün Felsefesini çevireceğim. 
8 - Bir çok alanda farklı isimleri çevirmiş biri olarak , okumaktan en zevk aldığınız kişi kimdir ?
Bütün büyük filozofların eserlerini okumaktan keyif alırım. Sonuçta kanonu oluşturmuş, tarihe kalmış isimler gelmiş geçmiş en nadide zekalar arasında. Aralarında elbette daha edebi yazanlar var ama hepsi her seferinde yeni bir perspektif kazandıran düşünceler ortaya atıyor. Ama Analitik felsefedense Kıta felsefesini tercih ederim. Bazı düşünürlerle daha çok kavga etsem de düşünme ve anlama çabası başlıbaşına bir zevk. Şu sıralar community-society çatışmasına, toplumun oluşumunda ve işleyişinde pathosun rolüne, ben’in önemine  ve popülizm meselesine kafayı takmış durumdayım. Okumalarımı yavaş yavaş bu alanda yoğunlaştırmaya çalışıyorum. Badiou ve Agamben düşüncesine daha çok eğilmek istiyorum. Çok sevdiğim ve etkilendiğim bir kitap Rogozinski’nin “Benlik ve Ten”başlıklı kitabı (yakında Türkçede de olacak). Bunun dışında edebiyat ve sinemayı en baştan beri felsefeden ayırmadım  (son zamanlarda özellikle zaman meselesini ele alan filmleri/dizileri ve distopyaları hiç kaçırmıyorum). Kendisi de bir felsefeci olan Musil’in Niteliksiz Adam’ı aşılamaz bir kitaptı örneğin.   
9 -Andre Chastel ‘İn Tablodaki Tablo adlı kitabını çevirdiniz. Sanat Tarihi alanında çevirilerimiz maalesef eksik ve bu eserin çok kıymetli olduğunu düşünüyoruz . Doğu Batı yayınlarından çıkan bu çeviriniz hakkında bilgi verebilir misiniz ?
Sanat tarihi çok mesai ayırabildiğim bir alan değil. Daha hacimli bir kitap olsaydı, çevirmeye cesaret edemeyebilirdim. Ama gelen tepkilerden bu alanda bir boşluk olduğunu anlıyorum. Kitap Chastel’in deyişiyle “resmin tamamı —tablo— ile bir kısmı —motif— arasındaki ilişkiyi araştırıyor. Resmin içine başka bir resim yerleştirmenin ne anlama geldiği üzerinden bir sanat incelemesi. Velasquez’in Nedimeler’i için ayrı bir başlık var. Kitaptaki renkli illüstrasyonlara bakarak bunlarla ilgili yorumları okumak ve resme bakmanın yeni bir tarzını deneyimlemek için güzel bir çalışma.
-Sizinde zaman zaman sosyal medyada dillendirdiğiniz bir mesele var . O da niteliksiz çeviriler . Okuyucuyu tamamen bataklığa sürüklemesi olası bu özensiz çeviriler için ne dersiniz ? Aklıma Spinoza çevirileri geliyor mesela ki siz Spinoza konusunda yetkin birisiniz.
Her alanda olduğu gibi bu alanda da iyiler ve kötüler var. Ama temel mesele daha önce de değindiğim gibi üretim hızı ve hacmiyle, bunu karşılayacak kalifiye insan sermayesi arasındaki uyuşmazlık. İdeal durumda çevirilerin o konuda uzmanlaşmış, Türkçesi kuvvetli insanlar tarafından yapılması gerekir. Ne bileyim, bir Lacan seminerinin bir Lacan uzmanı tarafından çevrilmesi ve Lacan bilenler tarafından denetlenmesi, kitap çıktıktan sonra bu konuda tartışmaların olması beklenir. Ayrıca bir çevirmen çok fazla dağılmamalı, belli bir alanda kalarak çeviri yapabilmeli. Ama ne kültürel ortam ne de piyasa buna izin veriyor şimdilik. Bu yüzden de sık sık niteliksiz çevirilerle karşılaşıyoruz. Bir düşüncenin alımlanması bakımından problemli bir durum. Bazen çevirisinin fecaat olduğunu bildiğim metinleri okuyanların bunları ballandıra ballandıra anlattığına şahit oluyorum. Böyle durumlarda metinden ne anladıklarını çok merak ediyorum. Diğer bir yan etki de metinle boğuşmaktan bitap düşen okurun kendi kapasitesiyle ilgili yılgınlığa kapılması, sorunu kendisinin anlama kapasitesinde görüyor ve bu tarz eserlerden soğuyor ya da yabancı dil biliyorsa sadece bildiği o dilden okuma yoluna gidiyor. Bu da Türkçe felsefenin gelişmesi açısından bir köstek. Neyse ki niteliksiz işlerin yanında çok iyi kitapları, büyük bir özenle çeviren çevirmenlerden ve bunları son derece itinalı basan yayınevlerinden yana sıkıntımız yok. Ama toplam hacim büyük olunca, hata miktarı da o oranda artıyor.    

Ben Spinoza uzmanı değilim ama felsefe tarihinde bu kadar büyük bir yere sahip bir filozofun eserlerinin -Etika- hariç 2007 yılında hâlâ  Türkçede bulunmaması çok garip ve utanılması gereken bir durumdu. Böylece Politik İnceleme’yi çevirdim (Yakın zaman önce Doğu Batı yayınlarından yeni eklediğim bir önsöz ve dipnotlu edisyonuyla 5. baskısını yaptı.) Ardından Dost Yayınları Spinoza’yı çok iyi bilen Cemal Bâli Akal hocanın yönetiminde Spinoza’nın diğer eserlerini Türkçeye kazandırdı.  Ama hâlâ hangi Etika çevirisinin daha iyi olduğuna dair sorular alıyorum. Yeri gelmişken Aziz Yardımlı’ya çok haksızlık yapıldığını da belirteyim. Sözdizimi pek Türkçeye uygun olmamakla birlikte, çevirileri doğru (şikayet konusu bazı öztürkçe kelimeleri de okur öğreniversin artık, sayıları çok değil). Özellikle felsefe tarihinin taşlarını döşemiş böyle filozofların ana eserlerinin birden fazla çevirisinin olması iyi bir şey. Yurtdışında bu böyle. Ama bu çevirilerin olabildiğince uzmanlar tarafından ve orijinal dilinden yapılması kesinlikle tercihe şayan. Yine de bu eserleri mümkünse orijinal dilinden, en olmadı İngilizce, Fransızca vs. standart çevirileriyle karşılaştırmalı okumak lazım. Sonuçta bu eserlerin çevirisinde son noktayı koymak, eksiksiz, kusursuz bir tercümeye ulaşmak pek olası değil. Düşüncenin talep ettiği zahmete katlanmadan düşünme olmaz.   

Röportaj : Oğuzcan Sever


Murat Erşen'in web sitesi : https://silence22222.wixsite.com/muratersen
You Tube Kanalı : https://www.youtube.com/channel/UC8ouxDGWRIijbBR3MoOaDig/videos

Hiç yorum yok