Murat Erşen İle Röportaj
Sitemizde ikinci röportajımızı yayınlamanın heyecanını yaşıyoruz.Bu seferki konuğumuz Murat Erşen.3 Ekim 1976 doğumlu felsefeci. Strasbourg Marc Bloch ve Galatasaray üniversitelerinde felsefe, Dokuz Eylül Üniversitesinde iktisat okudu. Çeşitli yayın evlerinde editör, çevirmen ve danışman olarak çalışmasının yanı sıra MonoKL yayınlarının kuruluş sürecinde yer aldı. Yayıncılık faaliyetlerine devam ederken bir yandan da Yıldız Teknik, Doğuş ve İstanbul üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak ders verdi.Kendisiyle bir çok konuda kıymetli bir röportaj gerçekleştirdik.Kendisinin röportaj talebimizi kabul etmesine ve nezaketine teşekkür ediyor,bu röportajı sizlere takdim ediyoruz .
Önce
şunu ileri sürerek başlayayım. Bence her dilde felsefe yapılabilir. Dil bir
düşünce işi. Düşünce zenginleştikçe dil de zengileşiyor ve dil zenginleştikçe
düşünce ufku genişliyor. ama şu da bir gerçek ki Batı felsefesi dünya kültürüne
hakim olmuş durumda. Bunun basit bir sebebi var aslında. Ben bunu kendimce Bakara
süresinde geçen bir ayetle açıklıyorum. İlk halife Adem’in ayırt edici özelliği
nesnelere isim vermesi, yani kim adlandırıyorsa halife de o oluyor. Batı’nın
yaşadığı ve dünyanın büyük bölümünü etkisi altına alan Reform, Rönesans,
Aydınlanma, Fransız Devrimi, Endüstri Devrimi gibi tecrübelerle birlikte ortaya
çıkan sorunlara ilk cevapları Batı getirdiği için sorunu önce yaşayan, soruları
da önce soruyor ve düşünüş şekliyle, kavramsal çerçeveyi de belirliyor. Tarihin
bir döneminde aynı yola giren ya da bu etkilere maruz kalan coğrafyalar da
ister istemez önce önlerinde buldukları
düşünce paradigmalarıyla iş görmek durumunda. Ama her toplumun ve coğrafyanın
kendine has sorunları var. Bu sorunları felsefi olarak ortaya koyabilirsek, biz
de kendi dil dünyamızda cevaplar ararız, bu da Türkçe felsefe yapmayı
beraberinde getirir. Kısacası sorun dilin kısırlığından ziyade düşünce
fakirliği. Felsefenin ilk koşulu da herhalde cesaret etmek ve otoriteye karşı
fikir öne sürebilmek. Modern felsefenin kurucusunun Descartes olması da bu
yüzden olsa gerek. Hem skolastiğin otoritesine karşı yeni bir düşünce
geliştirdi hem de filozofları hâlâ uğraştıran soruları ortaya koydu.
1 -Öncelikle kendinizi tanıtmanızı isteyelim sizden . Gerçi
ilgililer biliyor ama adettendir diyerek soralım. Eğitiminizde hem yurt içi
hem yurt dışı süreçleri mevcut . Lisans eğitiminizden
başlayarak bize eğitim hayatınız hakkında bilgi verebilir misiniz ? İktisat
fakültesi okumuşken nereden çıktı Spinoza,Derrida yahut Wittgenstein ile dilin sınırlarına
yolculuk ?
1.
İlk
iki soruyu birleştirerek cevap vereyim. İlk gençlik yıllarımda hayatımda sadece
spor vardı, üniversite ikinci sırada geliyordu. Fen-matematik mezunu olduğum
halde, mühendisliğin fazla ders yükü getireceği endişesiyle sınava bir ay kala
beni daha az zorlayacağını düşündüğüm için işletme ya da iktisat gibi bir bölüm
yazmaya karar verdim. Ama biraz şuursuza iktisat okuduğum o yıllarda felsefeyle
ilgilenmeye başladım, önce elime ne geçerse okuyordum ama sonra bu alanda daha
disiplinli bir şekilde donanma ihtiyacı duydum. Dört yılın ardından diplomamı
aldıktan sonra Fransa’ya gittim ve önce Strasbourg Marc Bloch Üniversitesi’nde,
ardında da Galatasaray Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldım. Aklımda
akademiden ziyade yayıncılık vardı. Bunu akademi dışında felsefe yapmanın ilk
adımı olarak görüyordum. Liseyi İngilizce okumuştum, Fransızcam da gelişince,
herhangi bir yayıneviyle ilişkim olmadığı halde kendiliğinden çeviriye
yöneldim. Beğendiğim yabancı yayınları daha fazla kişiye ulaştırma duygusuyla 5
kitap çevirip sonra bunları bir yayınevine teklif ettim. Böylece çeviri ve
yayıncılık maceram başlamış oldu. İlk önce kendimi denemek için Oscar Wilde’ın
üç tiyatro eserini çevirdim. O sıra ayrıca psikanalize ve Lacan’a ilgi
duyuyordum. Bu konuda iki kitap çevirdim. “Wittgenstein ve Dilin Sınırları” ile
“Doğal hak ve tarih” ders kitabımızdı.
Hadot’nun meseleyi ele alış tarzı hoşuma gitmiş, Strauss’un filozofları
okumakta gösterdiği ustalığa hayran olmuştum.
Spinoza’dan ise hiç hoşlanmıyordum, Etika dışında hiçbir kitabı
olmadığını görünce çevirmenin gerekli olduğuna kanaat getirdim. Türkiye’ye
döndükten sonra Monokl’un çıkardığı dergilere katkıda bulundum, ardından
yayınevi olarak kuruluşunda yer aldım. Bu sırada çeşitli üniversitelerde
Modernitenin Tarihi, 20. yüzyıl felsefesine giriş vs. dersleri verdim. Böylece
iyiden iyiye yayıncılık işine girmiş oldum. Hâlâ farklı yayınevleri için
çevirmenlik ve editörlük yapıyorum.
2 -Henüz eğitiminizi
sürdürüyorken sizi etkileyen yazar,düşünür kimlerdi ? Kitabını bitirdiğinizde
‘’Vay Be’’
dedirten isimler oldu mu vakti zamanında ?
Beni ilk etkileyen düşünür Descartes oldu. Yöntem Üzerine’yi
okumak hep bir keyiftir benim için. Badiou’nun deyişiyleDescartes’tan beri üç kavram felsefenin koşullarına, felsefenin modern şekillenmesine
bağlanır: Varlık, hakikat ve özne. Descartes’ın
ben’e ayırdığı yer, özgürlük anlayışı ve zorunsuzluk düşüncesi felsefeye daha
çok eğilmeme neden oldu. Yüksek Lisans tezimde de bu alanda çalıştım zaten. Son
dönemde Rogozinski’yi takiben “Ego sum”
olumlamasının etik ve politik anlamına vurgu yapan, Ben’in başkasının
hâkimiyetinden sıyrılarak hakikatine ve özgürlüğüne erişmesini
bir direniş etiği olarak gören bir yazı da kaleme aldım. “Olayın tekilliği ile hakikati
rasyonel bir biçimde iç içe geçiren bir felsefeye [ihtiyacımız var]… Bu bize yeni bir özne öğretisi önerme imkânı verecektir –ki bence temel
hedef budur.” diyen Badiou’nun felsefesini de bu yüzden çok önemsiyorum. Yukarıda da
belirttiğim gibi Leo Strauss’ta bir filozofun nasıl okunacağını gördüm.
Hobbes’u, Locke’u, Rousseau’yu yorumlayışını görünce sanki bu düşünürleri hiç
okumamış gibi hissettim, hayranlık verici bir deneyimdi. Kierkegaard’ı da çok
seviyordum, hatta ilk çevirmek istediğim kitaplardan biri onun “Ya .. Ya da”sı
idi. Böyle böyle çember geriye ve ileriye doğru genişledi. Benzerlikler ve
farklılıklar bula bula, herbir filozofu yeni, farklı, başka bir perspektif olarak
görerek okumalarımı çeşitli alanlarla -sinema, psikanaliz vs.- ilişkilendirerek
genişlettim. Ama çeviri ve özellikle redaksiyon faaliyeti okumaya düşkün biri
için fazla zaman alıyor. Becerebilirsem bu yılın sonunda çeviriyi olabildiğince
azaltıp, daha çok okumaya ve yazmaya yöneleceğim.
3 -Çevirmenlik mukaddes
olduğu kadar yıpratıcı bir iş olsa gerek . Bir yanda
kültür ve düşünce dünyamızı zenginleştirirken aynı
zaman sıkı metinlerle mücadeleye girişiyorsunuz . Nasıl karar verdiniz bu işe ? Karşılaştığınız
sıkıntılar neler oldu ?
Çeviri
bir yandan çok zevkli, belli bir matematiği var ve bulmaca çözmeye benziyor.
Başta da belirttiğim gibi insan beğendiği şeyleri diğer insanlarla paylaşmak
için içsel bir eğilim duyuyor. Bu yüzden çeviriyi bir iyilik biçimi olarak
görüyorum, bir nevi zekat. Entelektüel ekolojiye borcumuz: Aldığımız kadar
olmasa da verebildiğimiz kadar vermeliyiz.
Ama çevirinin ve redaksiyonun yarattığı mesleki deformasyon insanın
okumalarına bir gölge düşürüyor: bir kitabı yayınlanıp yayınlanmayacağına karar
vermek için okumak, çeviri yanlışlarına dikkat kesilmek vs. gibi. Ayrıca çok
zaman da alıyor: Bir kitap çevirinceye kadar 5-10 kitap okuyabilirsiniz
örneğin. Türkiye’de maddi anlamda ciddi bir getirisi olmadığını da söylemek
gerek. “Manevi” bakımdan bir doyum sağladığı muhakkak ancak çoğu zaman kapakta
isminiz bile yer almaz. İyi okur kitabın künyesine bakacak da… Ama haksızlık
etmeyelim, iyi okurlar eksik değil, yazar, yayınevi kadar, çevirmen takip
edenler de var. Redaksiyon ise inanılmaz yıpratıcı ve hatta çoğunlukla sıkıcı
bir süreç, adeta başkasının yanlışlarının dedektifliğine soyunuyorsunuz ve
tabiri caizse geride suç delili kalmasın diye bütün hataları, kusurları örtmek
gibi büyük bir sorumluluk var. Bir sorun da çok farklı düşünürleri, yazarları
çevirmek. Özellikle felsefe kitapları çeviren meslektaşlardan da bunu
duyarsınız. Aynı kişinin pek çok düşünürü ya da felsefeyi aynı vukufiyetle
bilmesi mümkün değil. Dolayısıyla herkesin her şeyi çevirmesi doğru değil
aslında. Sağlıklı çeviri için tehdit. Ama şartlar buna zorluyor, bundan
kurtulmak lazım. Tabii bir konuda uzman olmak o konuda iyi çeviri
yapılabileceği anlamına da gelmiyor.
Özellikle
çağdaş Fransız felsefecileri hayli zorlayıcı bir dille yazıyorlar. Nancy,
Lacan, Bourdieu, Derrida vs. Sonu gelmez cümleler, dil oyunları, kavramsal
zorluklar. Bu bulmacamsı zorlukla baş etmeye çalışmak başta da söylediği gibi
bir yandan çok keyifli ama öte yandan çeviri teslim tarihi gibi bir tehdit var.
Yani her zaman keyfini çıkara çıkara çevirmek mümkün olmuyor.

4 -Türkiye'deki yayıncılıkta dikkatimizi çeken bir sıkıntı var
. Herhangi bir düşünürün yahut filozofun
eserleri kimi zaman kronolojik olarak çevrilmiyor . Eser
sahibinin kitaplarını ve düşünce dünyasını kimi
zaman son eserinden takip etmeye başlıyoruz . Bu bir sıkıntı mı ? Ve bu konuda
ki görüşleriniz nelerdir ?
Bence
Türkiye’de düşünce gündemini belirleyen akademiden ziyade yayıncılık dünyası.
Fakat yayınevleri sonuçta ticari işletmeler, dolayısıyla özellikle belli yayınevleri
eksikleri, gedikleri gidermeye özen gösterse de işin maddi boyutuna bigane
kalmaları mümkün değil. Yani akademik bir işlev yerine getirir gibi
filozofların eserlerini kronolojik olarak yayınlamaları beklenemez. Bunun için
yurtdışında akademik çalışmalar basmak için kurulmuş yayınevleri var, bilhassa
üniversitelerin yayınevi kolları. Yine Türkiye’de kökleri çok eskiye dayanan
yayınevi de pek yok. Dolayısıyla bir geriden takip etme durumu söz konusu.
Herkes işin bir ucundan tutuyor denebilir. Aralarında eşgüdüm olmadığı için de
bir dağınıklığın olması kaçınılmaz. Ayrıca ciddi bir rekabet de var. Bu yüzden
de örneğin tek bir filozofun kitapları pek çok farklı yayınevinden ve farklı
çevirmenlerin elinden çıkıyor. Telifi kim alabilirse artık… Akademisyenlerin
çeviriye pek yanaşmaması ise ayrı bir sorun. Çeviriye gönül indirdiklerinde de
her zaman çok başarılı olduklarını söyleyemeyeceğim.
Tüm
bunların yarattığı ciddi bir sıkıntıdan söz edilebilir. Son beş on yıldır
inanılmaz bir üretime şahit oluyoruz. Basılan kitaplara yetişmek ne mümkün.
Fakat bu üretimi karşılayacak, sağlıklı götürebilecek düzeyde yetişmiş bir
insan kaynağı olduğunu söylemek zor. Özellikle Fransızca, Almanca ve daha az
bilinen dillerde yeterli sayıda çevirmen ve bu çevirileri denetleyecek
kapasitede editör yok. Sonuç itibarıyla yetkin olmayan çevirmelerin yaptığı
çevirilerin yarattığı sıkıntı var. Yayınlanmış pek çok kitapta anlamayı
baltalayacak çok önemli hatalar görüyoruz. Yayınevlerinin sabit kadrosunda yer
alan editörlerin ise çok farklı alanlardan gelen çevirileri düzeltmesi mümkün
değil. Editör/Redaktör konuya ve dile (hem çevirinin yapıldığı dile hem de
Türkçeye) en azından çevirmen kadar hakim olmalı ki kusurları giderebilsin.
Çarkın dönmesi için kendini dayatan zaman kısıtlaması da işin içine girince
okur kendini felaket çeviriler karşısından bulabiliyor. Bu da iyi okurun
güvenini sarsıyor. Türkçe felsefe yapılacaksa, Türkçe metinler gerekiyor ama bu
durum özellikle yabancı dil bilen okurları eserleri çoğunlukla İngilizceden okumaya
sevk ediyor. Fakat iş yazmaya gelince bu sefer telif eserlerde hem içerik hem
de dil bakımından büyük bir zaafiyet görülüyor.
5 -Peki gelelim o
dillere pelesenk olmuş meseleye . Türkçe felsefe yapmak
mümkün mü ? Yahut Türkçenin felsefe karşısında ki imtihanını
nasıl değerlendiriyorsunuz ? Bununla bağlantılı olarak Türkiye’de felsefe
algısı nasıl ? Felsefeden korkuyor muyuz ? Korkmakta haklı mıyız yoksa bir
şehir efsane mi bu çekince ?
6. -Sizin editörü
olduğunuz kitaplar var . Örneğin Derrida ve Deleuze sözlüğü
bunlardan sadece ikisi . Şahsi tecrübelerimden biliyorum bu iki düşünürü
okurken saçlarımın döküldüğünü
hissetmiştim : ) Bu isimleri çevirirken
yaşadığınız süreç nasıl oluyor bununla alakalı deneyimlerini aktarabilir
misiniz ? Hatta Lacan’ı dahil etmezsek olmaz ?
Bu
dizi aslında çok kapsamlıydı, yüzden fazla sözlüğü kapsıyordu ama sözlükler
Fransızca hazırlandığı için ben sadece Fransız filozoflarına yönelmeyi tercih
ettim. Zira örneğin Nietzsche sözlüğünü Fransızcası üzerinden tercüme etmek
sıkıntılı. Felsefede kavram her şey demek. Bu sözlükler filozofların
düşüncesine giriş olma iddiası taşımıyor aslında. Yardımcı kaynak bir nevi.
Tabii bu durumda filozofların ana eserlerinin o dillerde bulunması gerekiyor ki
daha büyük yarar sağlasınlar. Ama Derrida, Levinas gibi düşünürlerin asıl
kitapları hâlâ Türkçede yok (neyse ki Deleuze’de hayli yol alındı). Dolayısıyla
henüz kavramları tam anlamıyla oturmamış düşünürlerle ilgili sözlükleri
çevirmek riskliydi. Bazen bir kavrama ilk kez karşılık önermek gibi bir meydan
okumayla karşılaşmak işten bile değil. Bu, felsefeciliğin ve çevirmenliğin hem keyifli hem de tehlikeli
tarafı. O yüzden ince eleyip sık dokumak, bol bol bilenlere sormak gerekti.
Sonuçta 11-12 kitap oldu sanırım. Ama bu düşünürlerin başlıca eserlerini
çevirmek hala bir görev olarak önümüzde duruyor. Çağdaş Fransız düşüncesi
diliyle, üslubuyla, çetrefilliğiyle zorlayıcı. O yüzden belli bir eşgüdüm
sağlayıp, paslaşarak, aşağı yukarı ortaklaşmış bir kavramca hazırlamak önemli.
Son zamanlardaki ivmeye bakıldığında yakında bunların da Türkçeye
kazandırılacağını umabiliriz, örneğin en son Merleau-Ponty’nin “Algının
Fenomenolojisi” çıktı. Demek ki yavaş yavaş olacak. Benim de elimde Lacan’ın
bir semineri var mesela. Yakında çevirisi bitecek.
7 -Lars Svendsen ‘den Sıkıntı’nın
Felsefesi , Korkunun Felsefesi , Yalnızlığın Felsefesi kitaplarını çevirdiniz .
İlgiyle takip ettiğim bir seri oldu . Bu yazarla tanışmamış okuyuculara ne söylemek
istersiniz ? Başlıkları itibari ile ilgi çekici kitaplar ?
Sıkıntının
Felsefesi’nin 2007’de çevirdim yanılmıyorsam. Bir arkadaşım önermişti, okuyunca
çok beğendim. Sıkıntı gibi çok ilginç bir konuyu felsefi olarak el almakla
kalmıyor, sinema, edebiyat, sosyoloji gibi alanlarla da bağını kuruyordu.
Sözgelimi bir yandan Heidegger düşüncesinde sıkıntının yerini incelerken, öte
yandan Bret Easton Ellis’in Amerikan Sapığı romanı ya da Ballard’ın
yazıp Cronenberg’in filme çektiği Çarpışma’yı bu kavramla ilişkisi
içinde ele alıyor. Bu arada Pascal’a, Beckett’e, Andy Warhol’a, Pessoa’ya,
Thomas Mann’a ve daha nicelerine giderek kavramın izini sürüyor. Bu anlamda
popüler felsefe kitaplarından daha başka, daha dolu ve doyurucu. Ancak
yayıncının dağıtım konusunda zayıf kalması kitabın okurla yeterince
buluşamamasına neden oldu. Korkunun Felsefesi ve Yalnızlığın Felsefesi ise yeni
kurulan Redingot Yayınevi’nden çıktı ve kısa sürede yeni baskılar yapacak kadar
okurun ilgisine mazhar oldu. Bu kitaplarda da Svendsen aynı stratejiyi
sürdürüyor. Kimi zaman istatistiklere de yer vererek, kavramları
disiplinlerarası bir çerçevede büyük bir zenginlikle sunuyor. Yakında
editörlüğünü yaptığım Kötülüğün Felsefesi çıkacak, ardından da Özgürlüğün
Felsefesini çevireceğim.
8 - Bir çok
alanda farklı isimleri çevirmiş biri olarak , okumaktan en zevk
aldığınız kişi kimdir ?
Bütün
büyük filozofların eserlerini okumaktan keyif alırım. Sonuçta kanonu
oluşturmuş, tarihe kalmış isimler gelmiş geçmiş en nadide zekalar arasında.
Aralarında elbette daha edebi yazanlar var ama hepsi her seferinde yeni bir
perspektif kazandıran düşünceler ortaya atıyor. Ama Analitik felsefedense Kıta
felsefesini tercih ederim. Bazı düşünürlerle daha çok kavga etsem de düşünme ve
anlama çabası başlıbaşına bir zevk. Şu sıralar community-society çatışmasına,
toplumun oluşumunda ve işleyişinde pathosun rolüne, ben’in önemine ve popülizm meselesine kafayı takmış
durumdayım. Okumalarımı yavaş yavaş bu alanda yoğunlaştırmaya çalışıyorum.
Badiou ve Agamben düşüncesine daha çok eğilmek istiyorum. Çok sevdiğim ve
etkilendiğim bir kitap Rogozinski’nin “Benlik ve Ten”başlıklı kitabı (yakında
Türkçede de olacak). Bunun dışında edebiyat ve sinemayı en baştan beri
felsefeden ayırmadım (son zamanlarda
özellikle zaman meselesini ele alan filmleri/dizileri ve distopyaları hiç
kaçırmıyorum). Kendisi de bir felsefeci olan Musil’in Niteliksiz Adam’ı
aşılamaz bir kitaptı örneğin.
9 -Andre Chastel ‘İn
Tablodaki Tablo adlı kitabını çevirdiniz. Sanat Tarihi alanında çevirilerimiz
maalesef eksik ve bu eserin çok kıymetli olduğunu
düşünüyoruz . Doğu Batı yayınlarından çıkan bu çeviriniz
hakkında bilgi verebilir misiniz ?
Sanat
tarihi çok mesai ayırabildiğim bir alan değil. Daha hacimli bir kitap olsaydı,
çevirmeye cesaret edemeyebilirdim. Ama gelen tepkilerden bu alanda bir boşluk
olduğunu anlıyorum. Kitap Chastel’in deyişiyle “resmin tamamı —tablo— ile bir
kısmı —motif— arasındaki ilişkiyi araştırıyor. Resmin içine başka bir resim
yerleştirmenin ne anlama geldiği üzerinden bir sanat incelemesi. Velasquez’in
Nedimeler’i için ayrı bir başlık var. Kitaptaki renkli illüstrasyonlara
bakarak bunlarla ilgili yorumları okumak ve resme bakmanın yeni bir tarzını
deneyimlemek için güzel bir çalışma.
-Sizinde zaman zaman sosyal medyada dillendirdiğiniz bir
mesele var . O da niteliksiz çeviriler . Okuyucuyu
tamamen bataklığa sürüklemesi olası bu özensiz çeviriler
için ne dersiniz ? Aklıma Spinoza çevirileri
geliyor mesela ki siz Spinoza konusunda yetkin birisiniz.
Her
alanda olduğu gibi bu alanda da iyiler ve kötüler
var. Ama temel mesele daha önce de değindiğim gibi üretim hızı ve hacmiyle,
bunu karşılayacak kalifiye insan sermayesi arasındaki uyuşmazlık. İdeal durumda
çevirilerin o konuda uzmanlaşmış, Türkçesi kuvvetli insanlar tarafından
yapılması gerekir. Ne bileyim, bir Lacan seminerinin bir Lacan uzmanı
tarafından çevrilmesi ve Lacan bilenler tarafından denetlenmesi, kitap
çıktıktan sonra bu konuda tartışmaların olması beklenir. Ayrıca bir çevirmen
çok fazla dağılmamalı, belli bir alanda kalarak çeviri yapabilmeli. Ama ne
kültürel ortam ne de piyasa buna izin veriyor şimdilik. Bu yüzden de sık sık niteliksiz
çevirilerle karşılaşıyoruz. Bir düşüncenin alımlanması bakımından problemli bir
durum. Bazen çevirisinin fecaat olduğunu bildiğim metinleri okuyanların bunları
ballandıra ballandıra anlattığına şahit oluyorum. Böyle durumlarda metinden ne
anladıklarını çok merak ediyorum. Diğer bir yan etki de metinle boğuşmaktan
bitap düşen okurun kendi kapasitesiyle ilgili yılgınlığa kapılması, sorunu
kendisinin anlama kapasitesinde görüyor ve bu tarz eserlerden soğuyor ya da
yabancı dil biliyorsa sadece bildiği o dilden okuma yoluna gidiyor. Bu da
Türkçe felsefenin gelişmesi açısından bir köstek. Neyse ki niteliksiz işlerin
yanında çok iyi kitapları, büyük bir özenle çeviren çevirmenlerden ve bunları
son derece itinalı basan yayınevlerinden yana sıkıntımız yok. Ama toplam hacim
büyük olunca, hata miktarı da o oranda artıyor.
Ben
Spinoza uzmanı değilim ama felsefe tarihinde bu kadar büyük bir yere sahip bir
filozofun eserlerinin -Etika- hariç 2007 yılında hâlâ Türkçede bulunmaması çok garip ve utanılması
gereken bir durumdu. Böylece Politik İnceleme’yi çevirdim (Yakın zaman
önce Doğu Batı yayınlarından yeni eklediğim bir önsöz ve dipnotlu edisyonuyla
5. baskısını yaptı.) Ardından Dost Yayınları Spinoza’yı çok iyi bilen Cemal
Bâli Akal hocanın yönetiminde Spinoza’nın diğer eserlerini Türkçeye
kazandırdı. Ama hâlâ hangi Etika
çevirisinin daha iyi olduğuna dair sorular alıyorum. Yeri gelmişken Aziz
Yardımlı’ya çok haksızlık yapıldığını da belirteyim. Sözdizimi pek Türkçeye uygun
olmamakla birlikte, çevirileri doğru (şikayet konusu bazı öztürkçe kelimeleri
de okur öğreniversin artık, sayıları çok değil). Özellikle felsefe tarihinin
taşlarını döşemiş böyle filozofların ana eserlerinin birden fazla çevirisinin
olması iyi bir şey. Yurtdışında bu böyle. Ama bu çevirilerin olabildiğince
uzmanlar tarafından ve orijinal dilinden yapılması kesinlikle tercihe şayan.
Yine de bu eserleri mümkünse orijinal dilinden, en olmadı İngilizce, Fransızca
vs. standart çevirileriyle karşılaştırmalı okumak lazım. Sonuçta bu eserlerin
çevirisinde son noktayı koymak, eksiksiz, kusursuz bir tercümeye ulaşmak pek
olası değil. Düşüncenin talep ettiği zahmete katlanmadan düşünme olmaz.
Röportaj : Oğuzcan Sever
Murat Erşen'in web sitesi : https://silence22222.wixsite.com/muratersen
You Tube Kanalı : https://www.youtube.com/channel/UC8ouxDGWRIijbBR3MoOaDig/videos
Post a Comment